Burada dinden bahsederken, elbette
konumuz “islam” olacak. Müslüman bir ana babadan olma bir insanın bir müslüman
olarak yetişmesi doğaldır. Ben de böyleyim. Bir müslüman olarak dinden soğumak
demek, islamdan uzaklaşmak demektir. Yine islam dini eğitiminde eğitilen, diğer
“semavi” olduğu söylenen dinlerden zaten soğutulur. Çünkü bu dinler bir
zamanlar islamla aynı niteliklere sahipken, inançlıları tarafından tahrif
edilerek, Allah’ın yollamış olduğu kitapları değiştirilerek, “hak dini”
olmaktan uzaklaşmış ve batıl olmuşlardır. Zaten bir müslümanın o dinlere
sempati beslemesi söz konusu değildir. O dinler, müslüman açısından sempati
duyulacak kadar değerli ve bozulmamış olsalardı, islam dinine ve islam
peygamberine gerek olmazdı. Böylece, bir müslümanın dininin haklılığını ve
geçerliliğini savunabilmesi için, önceki “kitaplı dinlerin” tamamen bozulmuş ve
yoldan çıkarılmış olduğunu kabul etmesi gerekir. Aksi takdirde islam dini
gereksiz olacaktır.
Böylece, bir müslüman olarak
yetiştirilmiş olmam gerekçesiyle diğer dinlere zaten soğuk olduğum gerçeğini
kabul ederek, islam dininden neden soğuduğumu konu etmek isterim.
Müslüman ana babadan oldum. Babam,
dindar bir insandı. İslam öğretisini, din hakkında bilmem gerekenleri, hep
ondan öğrendim. İyi bir müslüman olmaya çalıştım. Her ibadetimi layıkıyla
yerine getiremesem de, olduğu kadarıyla yapmaya, hatta bunlar bazen çok sıkıcı
ve ızdırap verici olsalar da sessizce katlanmaya çabaladım. Babamın biraz da
zorla götürdüğü teravih namazlarının uzun rekatları boyunca bacaklarımı bükerek
oturmaktan dolayı travmatik denebilecek ağrı ve acılara sessizce katlanırdım.
Bu ağrı ve acıları neden çekmek zorunda olduğumu asla sorgulamaz, rekatları
ağır ağır, uzata uzata kıldıran imamın biraz daha hızlı kıldırmamasını, böylesinin
daha sevaplı olmasına bağlardım. Başka arkadaşlarımdan, başka camilerdeki
imamların daha hızlı kıldırdığını duyardım ama bunun kolaycılık, kaytarıcılık
gibi bir şey olması gerektiğini düşünür, bizim imamın arkasında daha çok sevap
kazanıldığına inanırdım. Bazı akşamlar misafir geleceği için babam teravih
namazına gitmeyeceğimizi söylerdi. O zaman da içimden büyük bir sevinç dalgası
fışkırırdı, içim içime sığmazdı, gelen misafirlere minnettarlık duyardım. Bu
duygularımdan utandığım, günaha girdiğimi düşündüğüm de olurdu ama bacaklarıma
saplanan dayanılmaz ağrılardan bir günlüğüne kurtulmuş olmak her şeye değerdi.
Bunun gibi bir çok örnek verilebilecek
din eğitimi sürecinde, öbür dünyada kazanılacak mükafatlar ve sakınılacak
cezalar uğruna, aklıma “nedenler”, “niçinler” takılsa da, sorgulama yapmaktan
kaçınarak, inanca mantık karıştırmamaya çalışarak, “iman” denen koşulsuz inanç
ve itaat duygusuna zarar getirmeden yaşamını sürdüren iyi bir müslüman oldum.
Her şeyin Allah’tan geldiğine, bize kötü gibi görünen olaylar olsa da, bunlar
için bile Allah’a şükretmek gerektiğine çünkü hakkımızda en hayırlı olanı
yalnızca O’nun bilebileceğine, bizim için iyi olandan başkasını bize nasip
etmeyeceğine inanarak ve iman ederek çocukluğumu, gençliğimi ve olgunluk çağımı
yaşadım. Beş vakit namaz kılmıyordum ama bunu elbette telafi edecektim. Orucumu
tutmadığım zamanlar oluyordu ama bu hem vicdanımı yoruyordu, hem ödenmemiş bir
borç gibi sürekli aklımda dolaşan bir huzursuzluktu. Ramazan ayı içinde bana ve
aileme ait fitremizi verirdim. Fitre miktarını hep fazla fazla takdir eder,
verdiğim insana –bana öğretilmiş olduğu gibi- bu paranın benim, karımın ve
çocuklarımın fitresi olduğunu belirterek verir, bu davranışım için Allah’ın
rızasını kazanmayı umardım. Çünkü her şey ama her
şey Allah rızası için yapılmalıydı. Bir müslümanın ilk ve en önemli amacı,
Allah rızasını kazanmaktı.
Yıllar geçti, belki iş hayatının belli
bir rutine girmesi ve dışa dönük bakışımın artması, belki bu devreye rastlayan dünya politikasındaki değişimlerin, güç
dengelerinin değişerek farklı dinamikler yaratması sonucu yeni dünya
politikalarının az gelişmiş ülkelerdeki insanlar üzerinde yarattığı
olumsuzlukların fazlaca ortaya çıkmaya başlaması, globalizmin
sömürülen ülkelerin insanlarına etkileri, bu etkiler altında kalan insanların
çaresizlikleri, emperyalist politikalar için dinlerin kullanılır olduğunu
farketmem, dinin emperyalizm tarafından nasıl kullanılabilir olduğunu görmem,
sırf “masum dinin” “hain emperyalizmin” pençelerine atılmış olduğu duygusuyla
beynimin düşünme kanallarını açmama neden oldu.
Orta Doğu cadı kazanıydı. Zaten hep
öyle olmuştu. Ancak Amerika’nın son yaptıkları –Irak’taki adamı Saddam’ı
Kuveyt’e saldırtıp, sonra da Kuveyti kurtarmak için hem Kuveyti hem Suudi
Arabistanı nasıl haraca bağladığı- olacak bir soytarılık değildi. Kuveyt ve Suudi
Arabistan monarşiyle yönetiliyordu. Halkı müslümandı ve tevekkülü, kudrete
itaati, razı olmayı, iyiliği ve hakkını öbür dünyada almayı, onu ummayı
öğrenmişlerdi. Düzenbaz senaryolarla gaspedilen ve sömürülen doğal kaynakları
karşısında, farkındalık dahi gösteremiyorlardı. Demokrasiden yoksun olmaları
nedeniyle, belki sömürüldüklerinden bile haberdar değildiler. Yöneticileri,
Kralları, Emirleri, onları şeriatla yani Allahın emirleriyle yönetiyordu,
dolayısıyla onların başına haklarında en iyi olandan başkası gelemezdi. Aslında
onlar, doğal kaynaklarının sahibinin kendileri olduğunu dahi bilmiyor, onların
tek sahibinin, kendilerinin de sahibi olan Kralları olduğunu sanıyorlardı.
Amerika’nın Irak’ın Kuveyti işgaline
müdahalesi ve sonrasında gelişen olaylar, aklımı islam konusunda sorgulamalarda
bulunmak üzere kullanmaya başlamamı sağladı. Çünkü islam, -bir çok kişinin
söylediği gibi- demokrasiden hoşlanmazdı. Demokrasi ve islam bir arada
olamazdı. Zira islamda hüküm, Allahındı ve şeriat, bir müslüman için en çok
özlenecek ve sevilecek yönetim biçimiydi. Oysa demokrasinin yokluğu,
başlarındaki Emirleri, Kralları kapana sokan ya da çıkarları karşılığında satın
alan emperyalistlerin, halkın malını gaspetmesini ve bunu hiç bir tepki
görmeden, kolayca ve ucuza yapabilmesini sağlıyordu. Halk soyuluyor, petrol
gibi sonlu ve kısıtlı doğal zenginliğini kaptırıyor, kendi çocukları için
değil, emperyalistlerin çocukları için refah ve zenginlik kaynağı olmasına
sessizce razı oluyordu.
Dünyadaki siyasi gelişmeler devam etti.
Emperyalist güçlerin müslüman ülkeleri sömürmedeki kolaylık ve kaynaklarının
gittikçe kendileri için cazip ve değerli hale gelmesi nedeniyle Orta Doğulu
müslümanlar üzerinde baskılar ve sömürü düzenine yönelik darplar ve çeşitli
şiddete dönük uygulamalar arttı. Hatta iyice şımaran emperyalistler, müslüman
ülkelerin yöneticileri ile anlaşmayı bile bırakarak, onlara kaynaklarını “hiç bir şey” karşılığında vermeleri,
topraklarını komşu ülke hükümetine teslim etmeleri, vs. (İsrail ve komşuları)
yönünde emir bile verir oldular. Bazı müslüman ülkelerde, Emirler – Krallar –
ya da baştaki şer’i yönetici her kimse, emperyalistlerden aldığı “hiç bir şey”i kendine yediremediğinden
halkı cihada çağırdı. Amerika’ya, Avrupa’ya, İsrail’e savaşlar ilan edildi.
Herkes cihad uğruna ölmeye çağırıldı. Kaynaklarını şeriatın otlak misali huzurlu
ortamında yatırım için kullanmayı akıl edemeyen bu yöneticiler, savaşmaya
çağırdıkları halkın eline silah da veremediler. Bunun üzerine “kendini
patlatmak” gibi çok akıllıca, çok etkili ve çok islami bir silah keşfettiler.
Kendini patlatan cennete gidiyordu. Beline bombayı saran, kendini düşmanın
içine atıyordu. Kendisi ile birlikte onlarca insanı öldürüyor, onlarcasını da
sakat bırakıyordu. Bu ölen ve sakat kalanlar bazen düşman askerleri, bazen de
düşman çoluk çocuğu oluyordu. İş öyle ilerledi ki, müslüman karşıt guruplar,
kendileriyle birlikte başka müslüman çoluk çocuğu da öldürmeye başladılar. Orta
Doğu ve dünyanın bir çok noktası, sivilce gibi pıtır pıtır patlayan canlı
bombalarla ya da cihad yapan “şehitlerle” doldu. Bunların hepsi bunu Allah için
yaptığını söylüyor ve tekbir getirerek patlatıveriyordu kendilerini... Bazı
canlı bombaların vücutları incelendiğinde, genital organlarının kat kat
sarılmış, patlamadan zarar görmeyecek şekilde korunmuş olduğu görüldü. Bu da, canlı
bombanın tam bir müslüman olduğunu, çünkü eylemini samimiyetle Allah’ın
rızasını kazanmak için yaptığını gösteriyordu. Zira Allah’ın rızasını kazanarak
cennete gidecekti ve orada kendine verilecek onlarca huriyle cennetin tadını
çıkarabilmek için o organlarına ihtiyacı olacaktı...
Bu süreç sırasında, Türkiye’de de islam
konusunda açık oturumlar, söyleşiler, hocalar, hacılar, bilir kişiler, din
alimleri, din baronları, profesörler televizyon kanallarını doldurmuştu. Orta
Doğu’da islam adına yapılanlar iyiden iyiye kafamı kurcalar olduğu sırada,
bizden insanların islam hakkında söyledikleri tam anlamıyla aklımı allak bullak
etti. Kimi; “tek referansımız Kurandır, Kuran bize yeter” diyordu, kimi; “Kuran
bir müslüman için anlaşılır bir kelam değildir, Kuran ancak sünnetin ve
hadislerin ışığında anlaşılabilir” diyordu, kimi; “hadis ve sünneti bilmek,
Kuran’ı her okuyanın anlaması için yeterli değildir, Kuran hakkında açıklayıcı
bilgiler için mutlaka ulemanın yorumlarına başvurmak, tefsir okumak gerekir”
diyordu. Kimi; dinin gereği diye öğretilen nice kurala ve uygulamaya
“hurafedir, hatta şirke girer” diyordu, kimi aynı şey için; “dinin şartıdır,
olmadan olmaz, inkara, imandan çıkmaya kadar götürür” diyordu. Kimi örtünmeyi
çarşafla tarif ediyordu, kimi de “zaten örtülüyüz, çıplak mı dolaşıyoruz”
diyordu. Tartışmalar ve aynı konudaki ayrılıklar arttı, çeşitlendi, bir karara,
uzlaşmaya da varılamadı. Bu arada Orta Doğu’daki müslümanların islamiyet
anlayışları da iyiden iyiye sertleşmiş, vahşileşmişti. Türkiye’de bu vahşiliğe
özlem duyan, şeriatın kafa kol kesen uygulamalarına methiye düzenlerin de
sesleri daha yüksek perdeden çıkar oldu.
Bunca karmaşa ve kargaşa arasında,
inanan biri olarak yapmam gerekenin inandığım dinin gerçeklerini araştırmak
olduğuna karar verdim. Aynı dini herkes başka başka tarif ediyordu ve bunlardan
bazıları sanki başka başka dinlerden söz ediyormuşçasına birbirine zıttı.
Ortada aklı fikri sorulacak kimse yoktu. En büyük din bilgini sandığınız birisi
öyle laflar edebiliyordu ki, değil bilgin olduğundan, müslüman olduğundan bile
şüphe edesi geliyordu insanın. Üstelik hangisinin gerçekleri söylediği
konusunda bir tutarlılık, dayanak ve belirginlik yoktu. Yine de herkes kendine
bir mürşit seçmiş, onun dediklerini Allah buyruğu gibi savunuyordu.
Ya bütün bu olan biten çalkantıya sırt
çevirip bildiğim gibi olmaya devam edecektim, ya da tüm bu ayrılıkların
nedenlerini sezmeye, daha önemlisi doğru olanı aklımla ve fikrimle kavrayıp
bulmaya girişecektim. İş başa düşmüştü. Başlangıç noktası açıkça belli idi;
Kuran. Kuran, Allah’ın kelamıydı. Bizim için ne düşündü ve uygun gördüyse,
oradaydı ve islam dinini ancak Kuran tarif edebilirdi. Gerçekten anlayamadığım
yer olursa hadislere baş vurabilirdim. Ancak bunu yapmaya bile gerek kalmayacaktı.
Çünkü Allah, kitabında bu kitabı okunsun ve anlaşılsın diye apaçık gönderdiğini
söylüyordu.
(Yûsuf.2: Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.
Nahl.103: Andolsunki biz onların, “Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini
biliyoruz. İma ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık bir
Arapça’dır.
Fussilet.3: Bu, bilen bir toplum için Arapça
bir Kur’an olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.
Zuhruf.2,3: Zuhruf suresinin 2 ve 3ncü ayetlerinde aynen söylenen şudur:
Elmalılı meali: 2.Bu parlak kitabın
kadrini bilin. 3.Doğrusu biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur’an yaptık ki
akıl erdiresiniz.
Diyanet meali: 2.Apaçık kitaba andolsun ki 3.Biz, anlayıp düşünmeniz için
onu Arapça bir Kur’an kıldık.)
Kuran Araplara, elbette Arapça
inecekti. Bana düşen ise, Kuran’ın apaçık olduğunu, anlaşılır olduğunu, ders
çıkarmak için anlaşılır olduğunu söyleyen Allah’ın sözlerine hürmeten,
anlayacağım şekilde tercümelerinden faydalanarak okumaktı. Önce Diyanet mealinden
okumaya, sonra takıldığım, anlayamadığımı zannettiğim veya tereddüt ettiğim
yerleri başka meallerden okumaya karar verdim. Bunun için Elmalılı Hamdi Yazır
ve Yaşar Nuri Öztürk meallerini de edindim.
Her müslümana söylenen “Kuran okumak
sevaptır” sözü, mealleri kastetmez. Kuran’ı Arapça okumak ve anlamamak esastır.
Allah’ın “anlayın diye apaçık ve kendi dilinizden indirdim” dediği Kuran’ın
anlaşılmadan okunması için tüm müslümanlar arasında ortak bir gayret vardır.
Okuduğunu anlayacak kadar Arapça bilenlere ise, “sen anlamazsın, ilim işidir,
anlayana soracaksın” denir. Ben de, her müslümana Kuran’ı Allahın dediği gibi,
anlayarak okumalarını öneriyorum. İslamı anlamak, neye inandığının bilincine
varmak ve aptal gibi her denilene kafa sallamamak için Kuran’ı kendiniz okuyun
ve orada söylenenleri anlayın, düşünün, yorumlayın. Yani Allah’ın dediği gibi
ders çıkartın.