DİNDEN NEDEN SOĞUDUM


İÇİNDEKİLER


GİRİŞ


Burada dinden bahsederken, elbette konumuz “islam” olacak. Müslüman bir ana babadan olma bir insanın bir müslüman olarak yetişmesi doğaldır. Ben de böyleyim. Bir müslüman olarak dinden soğumak demek, islamdan uzaklaşmak demektir. Yine islam dini eğitiminde eğitilen, diğer “semavi” olduğu söylenen dinlerden zaten soğutulur. Çünkü bu dinler bir zamanlar islamla aynı niteliklere sahipken, inançlıları tarafından tahrif edilerek, Allah’ın yollamış olduğu kitapları değiştirilerek, “hak dini” olmaktan uzaklaşmış ve batıl olmuşlardır. Zaten bir müslümanın o dinlere sempati beslemesi söz konusu değildir. O dinler, müslüman açısından sempati duyulacak kadar değerli ve bozulmamış olsalardı, islam dinine ve islam peygamberine gerek olmazdı. Böylece, bir müslümanın dininin haklılığını ve geçerliliğini savunabilmesi için, önceki “kitaplı dinlerin” tamamen bozulmuş ve yoldan çıkarılmış olduğunu kabul etmesi gerekir. Aksi takdirde islam dini gereksiz olacaktır.


Böylece, bir müslüman olarak yetiştirilmiş olmam gerekçesiyle diğer dinlere zaten soğuk olduğum gerçeğini kabul ederek, islam dininden neden soğuduğumu konu etmek isterim. 


Müslüman ana babadan oldum. Babam, dindar bir insandı. İslam öğretisini, din hakkında bilmem gerekenleri, hep ondan öğrendim. İyi bir müslüman olmaya çalıştım. Her ibadetimi layıkıyla yerine getiremesem de, olduğu kadarıyla yapmaya, hatta bunlar bazen çok sıkıcı ve ızdırap verici olsalar da sessizce katlanmaya çabaladım. Babamın biraz da zorla götürdüğü teravih namazlarının uzun rekatları boyunca bacaklarımı bükerek oturmaktan dolayı travmatik denebilecek ağrı ve acılara sessizce katlanırdım. Bu ağrı ve acıları neden çekmek zorunda olduğumu asla sorgulamaz, rekatları ağır ağır, uzata uzata kıldıran imamın biraz daha hızlı kıldırmamasını, böylesinin daha sevaplı olmasına bağlardım. Başka arkadaşlarımdan, başka camilerdeki imamların daha hızlı kıldırdığını duyardım ama bunun kolaycılık, kaytarıcılık gibi bir şey olması gerektiğini düşünür, bizim imamın arkasında daha çok sevap kazanıldığına inanırdım. Bazı akşamlar misafir geleceği için babam teravih namazına gitmeyeceğimizi söylerdi. O zaman da içimden büyük bir sevinç dalgası fışkırırdı, içim içime sığmazdı, gelen misafirlere minnettarlık duyardım. Bu duygularımdan utandığım, günaha girdiğimi düşündüğüm de olurdu ama bacaklarıma saplanan dayanılmaz ağrılardan bir günlüğüne kurtulmuş olmak her şeye değerdi.


Bunun gibi bir çok örnek verilebilecek din eğitimi sürecinde, öbür dünyada kazanılacak mükafatlar ve sakınılacak cezalar uğruna, aklıma “nedenler”, “niçinler” takılsa da, sorgulama yapmaktan kaçınarak, inanca mantık karıştırmamaya çalışarak, “iman” denen koşulsuz inanç ve itaat duygusuna zarar getirmeden yaşamını sürdüren iyi bir müslüman oldum. Her şeyin Allah’tan geldiğine, bize kötü gibi görünen olaylar olsa da, bunlar için bile Allah’a şükretmek gerektiğine çünkü hakkımızda en hayırlı olanı yalnızca O’nun bilebileceğine, bizim için iyi olandan başkasını bize nasip etmeyeceğine inanarak ve iman ederek çocukluğumu, gençliğimi ve olgunluk çağımı yaşadım. Beş vakit namaz kılmıyordum ama bunu elbette telafi edecektim. Orucumu tutmadığım zamanlar oluyordu ama bu hem vicdanımı yoruyordu, hem ödenmemiş bir borç gibi sürekli aklımda dolaşan bir huzursuzluktu. Ramazan ayı içinde bana ve aileme ait fitremizi verirdim. Fitre miktarını hep fazla fazla takdir eder, verdiğim insana –bana öğretilmiş olduğu gibi- bu paranın benim, karımın ve çocuklarımın fitresi olduğunu belirterek verir, bu davranışım için Allah’ın rızasını kazanmayı umardım. Çünkü her şey ama her şey Allah rızası için yapılmalıydı. Bir müslümanın ilk ve en önemli amacı, Allah rızasını kazanmaktı.


Yıllar geçti, belki iş hayatının belli bir rutine girmesi ve dışa dönük bakışımın artması, belki bu devreye rastlayan dünya politikasındaki değişimlerin, güç dengelerinin değişerek farklı dinamikler yaratması sonucu yeni dünya politikalarının az gelişmiş ülkelerdeki insanlar üzerinde yarattığı olumsuzlukların fazlaca ortaya çıkmaya başlaması, globalizmin sömürülen ülkelerin insanlarına etkileri, bu etkiler altında kalan insanların çaresizlikleri, emperyalist politikalar için dinlerin kullanılır olduğunu farketmem, dinin emperyalizm tarafından nasıl kullanılabilir olduğunu görmem, sırf “masum dinin” “hain emperyalizmin” pençelerine atılmış olduğu duygusuyla beynimin düşünme kanallarını açmama neden oldu.


Orta Doğu cadı kazanıydı. Zaten hep öyle olmuştu. Ancak Amerika’nın son yaptıkları –Irak’taki adamı Saddam’ı Kuveyt’e saldırtıp, sonra da Kuveyti kurtarmak için hem Kuveyti hem Suudi Arabistanı nasıl haraca bağladığı- olacak bir soytarılık değildi. Kuveyt ve Suudi Arabistan monarşiyle yönetiliyordu. Halkı müslümandı ve tevekkülü, kudrete itaati, razı olmayı, iyiliği ve hakkını öbür dünyada almayı, onu ummayı öğrenmişlerdi. Düzenbaz senaryolarla gaspedilen ve sömürülen doğal kaynakları karşısında, farkındalık dahi gösteremiyorlardı. Demokrasiden yoksun olmaları nedeniyle, belki sömürüldüklerinden bile haberdar değildiler. Yöneticileri, Kralları, Emirleri, onları şeriatla yani Allahın emirleriyle yönetiyordu, dolayısıyla onların başına haklarında en iyi olandan başkası gelemezdi. Aslında onlar, doğal kaynaklarının sahibinin kendileri olduğunu dahi bilmiyor, onların tek sahibinin, kendilerinin de sahibi olan Kralları olduğunu sanıyorlardı.


Amerika’nın Irak’ın Kuveyti işgaline müdahalesi ve sonrasında gelişen olaylar, aklımı islam konusunda sorgulamalarda bulunmak üzere kullanmaya başlamamı sağladı. Çünkü islam, -bir çok kişinin söylediği gibi- demokrasiden hoşlanmazdı. Demokrasi ve islam bir arada olamazdı. Zira islamda hüküm, Allahındı ve şeriat, bir müslüman için en çok özlenecek ve sevilecek yönetim biçimiydi. Oysa demokrasinin yokluğu, başlarındaki Emirleri, Kralları kapana sokan ya da çıkarları karşılığında satın alan emperyalistlerin, halkın malını gaspetmesini ve bunu hiç bir tepki görmeden, kolayca ve ucuza yapabilmesini sağlıyordu. Halk soyuluyor, petrol gibi sonlu ve kısıtlı doğal zenginliğini kaptırıyor, kendi çocukları için değil, emperyalistlerin çocukları için refah ve zenginlik kaynağı olmasına sessizce razı oluyordu.


Dünyadaki siyasi gelişmeler devam etti. Emperyalist güçlerin müslüman ülkeleri sömürmedeki kolaylık ve kaynaklarının gittikçe kendileri için cazip ve değerli hale gelmesi nedeniyle Orta Doğulu müslümanlar üzerinde baskılar ve sömürü düzenine yönelik darplar ve çeşitli şiddete dönük uygulamalar arttı. Hatta iyice şımaran emperyalistler, müslüman ülkelerin yöneticileri ile anlaşmayı bile bırakarak, onlara kaynaklarını “hiç bir şey” karşılığında vermeleri, topraklarını komşu ülke hükümetine teslim etmeleri, vs. (İsrail ve komşuları) yönünde emir bile verir oldular. Bazı müslüman ülkelerde, Emirler – Krallar – ya da baştaki şer’i yönetici her kimse, emperyalistlerden aldığı “hiç bir şey”i kendine yediremediğinden halkı cihada çağırdı. Amerika’ya, Avrupa’ya, İsrail’e savaşlar ilan edildi. Herkes cihad uğruna ölmeye çağırıldı. Kaynaklarını şeriatın otlak misali huzurlu ortamında yatırım için kullanmayı akıl edemeyen bu yöneticiler, savaşmaya çağırdıkları halkın eline silah da veremediler. Bunun üzerine “kendini patlatmak” gibi çok akıllıca, çok etkili ve çok islami bir silah keşfettiler. Kendini patlatan cennete gidiyordu. Beline bombayı saran, kendini düşmanın içine atıyordu. Kendisi ile birlikte onlarca insanı öldürüyor, onlarcasını da sakat bırakıyordu. Bu ölen ve sakat kalanlar bazen düşman askerleri, bazen de düşman çoluk çocuğu oluyordu. İş öyle ilerledi ki, müslüman karşıt guruplar, kendileriyle birlikte başka müslüman çoluk çocuğu da öldürmeye başladılar. Orta Doğu ve dünyanın bir çok noktası, sivilce gibi pıtır pıtır patlayan canlı bombalarla ya da cihad yapan “şehitlerle” doldu. Bunların hepsi bunu Allah için yaptığını söylüyor ve tekbir getirerek patlatıveriyordu kendilerini... Bazı canlı bombaların vücutları incelendiğinde, genital organlarının kat kat sarılmış, patlamadan zarar görmeyecek şekilde korunmuş olduğu görüldü. Bu da, canlı bombanın tam bir müslüman olduğunu, çünkü eylemini samimiyetle Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığını gösteriyordu. Zira Allah’ın rızasını kazanarak cennete gidecekti ve orada kendine verilecek onlarca huriyle cennetin tadını çıkarabilmek için o organlarına ihtiyacı olacaktı...


Bu süreç sırasında, Türkiye’de de islam konusunda açık oturumlar, söyleşiler, hocalar, hacılar, bilir kişiler, din alimleri, din baronları, profesörler televizyon kanallarını doldurmuştu. Orta Doğu’da islam adına yapılanlar iyiden iyiye kafamı kurcalar olduğu sırada, bizden insanların islam hakkında söyledikleri tam anlamıyla aklımı allak bullak etti. Kimi; “tek referansımız Kurandır, Kuran bize yeter” diyordu, kimi; “Kuran bir müslüman için anlaşılır bir kelam değildir, Kuran ancak sünnetin ve hadislerin ışığında anlaşılabilir” diyordu, kimi; “hadis ve sünneti bilmek, Kuran’ı her okuyanın anlaması için yeterli değildir, Kuran hakkında açıklayıcı bilgiler için mutlaka ulemanın yorumlarına başvurmak, tefsir okumak gerekir” diyordu. Kimi; dinin gereği diye öğretilen nice kurala ve uygulamaya “hurafedir, hatta şirke girer” diyordu, kimi aynı şey için; “dinin şartıdır, olmadan olmaz, inkara, imandan çıkmaya kadar götürür” diyordu. Kimi örtünmeyi çarşafla tarif ediyordu, kimi de “zaten örtülüyüz, çıplak mı dolaşıyoruz” diyordu. Tartışmalar ve aynı konudaki ayrılıklar arttı, çeşitlendi, bir karara, uzlaşmaya da varılamadı. Bu arada Orta Doğu’daki müslümanların islamiyet anlayışları da iyiden iyiye sertleşmiş, vahşileşmişti. Türkiye’de bu vahşiliğe özlem duyan, şeriatın kafa kol kesen uygulamalarına methiye düzenlerin de sesleri daha yüksek perdeden çıkar oldu.


Bunca karmaşa ve kargaşa arasında, inanan biri olarak yapmam gerekenin inandığım dinin gerçeklerini araştırmak olduğuna karar verdim. Aynı dini herkes başka başka tarif ediyordu ve bunlardan bazıları sanki başka başka dinlerden söz ediyormuşçasına birbirine zıttı. Ortada aklı fikri sorulacak kimse yoktu. En büyük din bilgini sandığınız birisi öyle laflar edebiliyordu ki, değil bilgin olduğundan, müslüman olduğundan bile şüphe edesi geliyordu insanın. Üstelik hangisinin gerçekleri söylediği konusunda bir tutarlılık, dayanak ve belirginlik yoktu. Yine de herkes kendine bir mürşit seçmiş, onun dediklerini Allah buyruğu gibi savunuyordu.


Ya bütün bu olan biten çalkantıya sırt çevirip bildiğim gibi olmaya devam edecektim, ya da tüm bu ayrılıkların nedenlerini sezmeye, daha önemlisi doğru olanı aklımla ve fikrimle kavrayıp bulmaya girişecektim. İş başa düşmüştü. Başlangıç noktası açıkça belli idi; Kuran. Kuran, Allah’ın kelamıydı. Bizim için ne düşündü ve uygun gördüyse, oradaydı ve islam dinini ancak Kuran tarif edebilirdi. Gerçekten anlayamadığım yer olursa hadislere baş vurabilirdim. Ancak bunu yapmaya bile gerek kalmayacaktı. Çünkü Allah, kitabında bu kitabı okunsun ve anlaşılsın diye apaçık gönderdiğini söylüyordu.


(Yûsuf.2:  Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.


Nahl.103: Andolsunki biz onların, “Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. İma ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık bir Arapça’dır.


 Fussilet.3: Bu, bilen bir toplum için Arapça bir Kur’an olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.


Zuhruf.2,3: Zuhruf suresinin 2 ve 3ncü ayetlerinde aynen söylenen şudur:


Elmalılı meali: 2.Bu parlak kitabın kadrini bilin. 3.Doğrusu biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur’an yaptık ki akıl erdiresiniz.


Diyanet meali: 2.Apaçık kitaba andolsun ki 3.Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’an kıldık.)


Kuran Araplara, elbette Arapça inecekti. Bana düşen ise, Kuran’ın apaçık olduğunu, anlaşılır olduğunu, ders çıkarmak için anlaşılır olduğunu söyleyen Allah’ın sözlerine hürmeten, anlayacağım şekilde tercümelerinden faydalanarak okumaktı. Önce Diyanet mealinden okumaya, sonra takıldığım, anlayamadığımı zannettiğim veya tereddüt ettiğim yerleri başka meallerden okumaya karar verdim. Bunun için Elmalılı Hamdi Yazır ve Yaşar Nuri Öztürk meallerini de edindim.


Her müslümana söylenen “Kuran okumak sevaptır” sözü, mealleri kastetmez. Kuran’ı Arapça okumak ve anlamamak esastır. Allah’ın “anlayın diye apaçık ve kendi dilinizden indirdim” dediği Kuran’ın anlaşılmadan okunması için tüm müslümanlar arasında ortak bir gayret vardır. Okuduğunu anlayacak kadar Arapça bilenlere ise, “sen anlamazsın, ilim işidir, anlayana soracaksın” denir. Ben de, her müslümana Kuran’ı Allahın dediği gibi, anlayarak okumalarını öneriyorum. İslamı anlamak, neye inandığının bilincine varmak ve aptal gibi her denilene kafa sallamamak için Kuran’ı kendiniz okuyun ve orada söylenenleri anlayın, düşünün, yorumlayın. Yani Allah’ın dediği gibi ders çıkartın.


Ana Sayfa

Make a Free Website with Yola.