Kuran, müslümanlar tarafından “Allah’ın
sözü” olduğuna inanılır ve doğal olarak değişmez ve yanlışsız olduğu kabul
edilir. Bu, şöyle bir durumu ve kabulü zorunlu kılar: Kuran değişmez ve doğru
“Allah sözü” olduğuna göre, tüm zamanlara hitap eder. Çünkü Allah, bundan 1400
yıl öncenin Allahı değil, tüm zamanların ve tüm evrenin, alemlerin Rabbıdır. Bu
nedenle Kuran, Allah’ın tüm zamanlara hitap eden, tüm zamanlarda geçerli,
evrensel sözleridir. O sözler, tüm zamanlarda ve evrenin her noktasında
geçerlidir, yanlışsızdır.
Evet, bu nitelikleri taşıyan bir
tanrının sözü, böyle olmalıdır. Gerçekten onu 1400 yıl sonra da, 14 bin yıl
sonra da okuyan herhangi bir insan, bir filozof, bir bilim adamı ya da sade bir
dünyalı ya da uzaylı yadırgamamalı, inkar edememeli ve tartışılmaz gerçekler
konusunda okuduklarıyla aklını şüpheye düşürmemelidir. Peki, Kuran gerçekten
böyle bir kitap mıdır? Yazıldığı bundan yaklaşık 1400 yıl öncesinde, hatasız,
gerçek ve doğru gibi görünen bazı tasvir ve tanımların bugünün insanının
bilgileriyle kıyaslandığında nasıl göründüğüne yine Kuran’a söz tanıyarak bir
bakalım:
(Kehf.86: Nihayet güneşin
battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun yanında (orada)
bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz: ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek
veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksın, dedik.)
(Kehf.90: Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim
üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık.)
Bu iki surede görüldüğü gibi Allah,
Zulkarneyn’in başından geçen tecrübeleri ve ona söylediği sözleri
aktarmaktadır. Zülkarneyn’in, güneşin battığı yere vardığını ve onun kara bir
balçığa battığını gördüğünü anlatmaktadır. Bir kaç ayet sonra da Zülkarneyn
güneşin doğduğu yere gitmiştir ve onu doğarken görmüştür.
Bugün bilimin kanıtlamış olduğu ve
bildiğimiz, kabul ettiğimiz gerçeklerle ve bilgimizle bu iki ayete bakarsak,
bunların dünyanın düz olduğunu zanneden ve güneşin dünyanın bir yanından
(ucundan) doğup, diğer yanına doğru hareket ettikten sonra o yanından (ucundan)
battığını, güneşin doğduğu ve battığı iki yer olduğunu düşünen biri tarafından
yazılmış olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Dünyayı, güneşi ve evreni yaratan
tanrı herhalde böyle bir hata yapmaz, evrensel ve zamanlar üstü olması gereken
kitabını böyle bir yanlış bilgiyle sakatlamazdı.
Çünkü biliyoruz ki, dünya yuvarlak
olduğu ve kendi etrafında döndüğü için gündüz ve gece oluşmaktadır, dünya
üzerinde güneşin battığı veya doğduğu bir yer yoktur.
(Fussilet.12:Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini
vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk.
İşte bu, azîz, alîm Allah'ın takdiridir.)
Bu ayette göğün 7 kat olduğu yakın
semanın kandillerle donatıldığı anlatılmaktadır. Göğün 7 kat olması, bugünün
bilgileriyle düşünüldüğünde son derece havada bir tanımdır. Bu katlardan
kastedilen atmosferin katları ise, bunlar fiziksel, atmosferik, kimyasal,
iklimsel, yoğunluk bakımından ele alındığında 7den daha çoktur ya da belli bir konunun
ilgilendirdiği katmanlar dikkate alındığında 7den daha azdır. Bu 7’nin içinde
uzayın herhangi bir katmanından söz etmek olanaksızdır çünkü uzayda katlar ya
da katmanlar olarak nitelendirilecek farklı ortamlar yoktur. Dolayısıyla, göğün
7 kat olduğu bilimsel olarak doğru değildir.
Yakın semanın kandillerle süslenmiş
olduğunun ifade edildiği cümle, gökyüzünde görülen ışıkları (yıldızları) tarif
eden bir tasvir olsa gerektir. Ancak yine bugün biliyoruz ki, bu ışıklar kandil
değil, yıldızlardır. Yıldızların “kandil” kelimesiyle benzetilmiş olduğunu
düşünsek bile, bunların kandil olmadığının, bilinen kandilden farklı uzay
varlıkları, oluşumları olduğunun mutlaka belirtilmiş olmasını beklerdik ki, bu
konuda bir eleştiri yapmaya hakkımız olmasın. Ayrıca, yine de bu “kandillerin”
yıldız olduğunu kabul etsek dahi, yıldızların yakın semada bulunmadığını,
bizden onlarca ve milyonlarca ışık yılı mesafelerde hareket halindeki güneşler,
galaksiler, süpernovalar olduğunu kesinlikle öğrenmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla
bu varlıkların ve oluşumların yakın semada olduklarını söylemek de, bir
yaratıcının düşeceği bir hata değildir.
Şu düşünülebilir: “Bizim evren diye
adlandırdığımız ve sonsuz olarak kabul ettiğimiz, dünyamızın, güneş
sistemimizin ve görünen görünmeyen yıldızların içinde bulunduğu ortam, bir
katmandır. Bunun gibi evrenimizi birbirinin üzerine saran evrenler vardır. 7
kat olarak söylenen gök, bunların tamamını kapsar ve gördüğümüz yıldızlar da
bizim bulunduğumuz ilk katmandadır, dolayısıyla “yakın” olarak
nitelendirilmektedir”.
Evet, bu ilk bakışta bilimsel olarak
kanıtlanmamış ve yakın zamanda kanıtlanamayacak olmasına rağmen, olası bir
yapıdır, Kuran’ın böyle bir yapıdan bahsettiği düşünülebilir. Ancak, bu
Kuran’ın evrensel ve tüm zamanlara hitap eden bir kitap olduğu varsayımıyla
çelişkilidir. 1400 yıl önce bu ayeti okuyan insan, o ışıkların yakın semadaki
kandil olduğunu düşünebilir ve kabul edebilir. Bundan 100.000 yıl sonraki
insanlar, evrenin yapısını yukarıdaki şekilde bulmuş ve onaylamış olabilir ve
Kuran’ın bu anlatımını onaylayabilir. Oysa bugün, biz bu anlatımı onaylayamıyoruz
ve bilimsel bulgularımıza dayanarak bu ayette anlatılanların gerçeğe uygun
olmadığını söylüyoruz. Bu durumda Kuran, her çağa uymuyor, tüm zamanlara hitap
edemiyor, bugünkü verilerle ve bilgilerle çelişiyor demektir ki, bu da onun bir
tanrı sözü olmadığı durumunu ortaya çıkartır. Çünkü her şeye gücü yeten,
yaratıcı bir tanrının, bir durumu veya kavramı herkese doğru gelebilecek
biçimde anlatabilmesi gerekir ki, Kuran’ın amacına ve niteliğine uygun olanı
budur. Aksi takdirde, “Kuran bazı çağlara göre onaylanacak bir Allah sözüdür,
bazı çağlara göre onaylanamaz, ancak yanlışlanmaya mahkumdur” denir ki; bu
Allah sözü için düşünülemeyecek bir zaaftır.
Kuran’da yıldızlardan, gezegenlerden,
galaksilerden ve uzaydan da hiç bahis geçmediği bir gerçektir ve üzerinde
düşünülmesi gereken bir durumdur. Kuran’daki bazı kelimelerin, diğer
bazılarının anlamında kullanıldığı söylenir (ör: gök=uzay). Bunu yalanlayan
sure Naziat’dır:
(Naziat.27: Siz mi yaratılışça daha çetinsiniz,
yoksa gökyüzü mü? Onu o Allah bina ettı. 28:Boyuna yükseklık verdi, nızamına koydu. 29:Gecesını kararttı, kuşluğunu çıkardı. 30:Ondan sonra da
yeryüzünü döşedı. 31:Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. 32: ve dağlarını oturttu.)
Burada “gök” olarak bahsedilenin uzay
değil, atmosfer olduğunu anlıyoruz. Çünkü onun gecesinin karartıldığından ve
kuşluğunun çıkartıldığından bahsedilmektedir ki burada, atmosferin dünyanın
güneşe göre olan konumunun etkisiyle kararmasından söz edilmektedir. Bu durumda
Kuran’da geçen “gök” kelimesinin uzayı tasvir ettiği asla söylenemez çünkü
uzayda, bizim güneşimize bağımlı vakitlerden ve karanlıklardan / aydınlıklardan
söz edilemez.
Kaldı ki bu gök=uzay tanımlaması doğru
olsaydı bile, çok zengin bir dil olduğu iddia edilen Arapça’da uzay için farklı
bir kelime olması gerektiğinden eminiz. Hatta şu gerçek de unutulmamalıdır ki;
Kuran, Arapça’da olmayan bir takım kendine özgü kelimeler de kullanmıştır (ör:
alaka. Bu kelimeye anlamı sonradan yakıştırılmıştır). Bu durumda uzay için de,
gezegen, yıldız, galaksi için de, “gök”, “sema” ve “kandil” den farklı
kelimeler kullanmış olması beklenirdi.
(Diyanet
MealiHacc.5: Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu
bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce)
belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla olusan
ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve diledigimizi,
belirlenmis bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak
dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz).
İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çagına
kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale
gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine
yağmur indirdigimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç
açıcı bitkiler verir.)
(Elmalılı
Hamdi Yazır MealiHacc.5: Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede
iseniz, şu muhakkak ki, biz sizi topraktan, sonra nutfe (sperma) den, sonra alaka (yapışkan bır madde) dan, sonra
da uzuvları görünen ya da görünmeyen bir et parçasından yaratmaktayız ki, size
(ne olduğunuzu) anlatalım. Dilediğimizi de belli bir süreye kadar rahimlerde
durdururuz. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız, sonra da olgunluk çağına
gelmenız için geliştiririz. Bununla beraber, içinizden kiminiziın canı
alınıyor, kiminiz de biraz bilgiden sonra birşey bilmemek üzere, ömrünün en
kötü devresine getiriliyor. Yeryüzünü de sönmüş kül halinde görürsün; ama
üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her dilber çiftten
bitkiler bitirir.)
(Yaşar Nuri
Öztürk MealiHacc.5: Ey ınsanlar! Ölümden sonra dırılme konusunda kuşku ıçınde
olabılırsınız. Ama şu bır gerçek kı, bız sızı bır topraktan, sonra bır
spermden, sonra bır embrıyodan/döllenmış
bır karışımdan, sonra ne olduğu kısmen belırlı, kısmen belırsız bır et
parçasından yarattık kı, sıze açık-seçık beyanda bulunalım. Ve sızı rahımlerde,
belırlenen bır süreye kadar dıledığımız şekılde bekletıyoruz. Sonra sızı bır
çocuk olarak çıkarıyoruz. Daha sonra da tam kuvvetınıze ulaşmanızı sağlıyoruz.
Bununla bırlıkte ıçınızden bır kısmı öldürülüyor, yıne ıçınızden bır kısmı
ılımden sonra bır şey bılmesın dıye ömrün en basıt ve düşük noktasına gerı
gönderılıyor. Yeryüzünü de sönmüş kül halınde görürsün. Nıhayet onun üzerıne
suyu ındırdığımızde tıtrer, kabarır ve her güzel/bereketlı çıftten bır şeyler
bıtırır.)
(Burada Hacc suresinin 5nci ayetini üç
farklı mealden veriyorum ki, hem parantez eklemeleriyle ayetin anlamının nasıl
istenen yöne çekildiğini ve “alaka” kelimesinin Arapça’da bir anlamı olmaması
nedeniyle, bugünkü bilgilerimiz yönünde nasıl anlamlandırıldığını daha kolay
görebilelim.)
Burada,
günümüz tıbbının artık insan oluşumunu en ince ayrıntısına kadar biliyor
olmasının getirdiği açıklık ve aydınlıkla yorumlanmış, anlatılmış, çevrilmiş
bir ayetle karşı karşıyayız. Parantezlerle ve aslında 1400 yıl önceki Arap’ın
ve daha sonra müslüman olan kavimlerin anlamını bilmediği kelimenin anlamlandırılmış
haliyle, gönderildiği anın özelliklerinden uzaklaşmış bir ayettir bu.
Parantezler ve anlamını bilmediğimiz (yakıştırılan) kelimeleri gözardı edersek,
insanın topraktan, nutfeden ve alakadan, sonra da uzuvları görülen ve
görülmeyen et parçasından yaratıldığını
öğreniyoruz. Oysa bugün biliyoruz ki; (çağdaş mealciler de biliyor) insan, biri
anneden ve biri de babadan olmak üzere iki hücrenin birleşmesi ve bu iki
hücrenin bölünerek çoğalmasıyla meydana gelir. Sistem ve yöntem sadce budur. Topraktan
meydana gelmez, nutfeden (sözlük anlamı: duru ve safi su) ve alakadan (ne
olduğu meçhul) meydana gelmez, hele bir et parçasından hiç meydana gelmez.
Ayette, dilediklerinin belli bir süreye
kadar rahimlerde tutulduğundan bahsediliyor. Bu da, cinsel ilişki ile çocuğun
rahimde oluşması arasında bir ilişki kurulmuş olduğunu ama bir çok ilişkiden
hangisi ile çocuğun oluşumunun bağdaştırılacağı konusunda kafaların karışık
olduğunu gösteriyor. Çünkü çocuğun tam olarak ne kadar süre rahimde durduğu
anlaşılmamış, kimi çocuğun hızla meydana geldiği, kiminin de rahimde uzun süre
beklediği zannediliyor olmalı ki, yukarıdaki ifade anlam kazanabilsin. Tabii ki
böylece bu ifadelerin her şeyi yaratan bir tanrıya ait olması da son derece
şüpheli bir hale gelmiş oluyor.
Buradaki ifadenin, dünyaya erken gelen
(prematüre) bebeklerden değil, tersine bekletilenlerden bahsediyor olması, bu
sözün bazı bebeklerin erken doğduğu gerçeğiyle açıklanmasını da engelliyor.
Ayetin ikinci kısmında, ölü halde
görülen toprağın suyla canlandırıldığı, dolayısıyla öldükten sonra yeniden
diriltilmeye inanılmaması için bir neden olmadığı anlatılmaya çalışılıyor. Bu
ifade de, yine herşeyi yaratan bir tanrıya yakışmayacak bir mantık hatası ve
bilgi eksikliğini işaret ediyor. Çünkü toprağın canlı olduğu, ölü haldeyken su
ile dirilip bitkiler verdiği ifade ediliyor. Toprak canlı değildir, canlılar
barındırır ve bitkiler topraktan değil, tohumdan meydana gelirler. Ölü bir
toprağın canlanması söz konusu değildir. Suyla buluşan tohumun faaliyete
geçmesi söz konusudur ve burada ölü iken canlanan hiç bir şey yoktur. Ayetteki
bu bilgi ve ifade şekli, örneklenen konu bakımından da, bilimsel olarak da
yanlıştır. “Canlanan”dan kastedilen tohum bile olsa, ölü bir tohum da
canlanamaz.