LİSE II TARİH KİTABI



 1931 tarihli bir Lise II tarih kitabından, bazı bölümleri günümüz
 Türkçesine uyarlayarak buraya alıyorum.

Bu kitabın yazıldığı ve
okutulduğu tarihin, Atatürk’ün hayatta olduğu ve laikliğin gerçek
anlamda uygulandığı tarih olduğuna ve ifadelerdeki seçilmiş inceliğe
dikkatinizi çekerim.

Laik bir devletin eğitim ve öğretimi böyle olur.
Uygar bir topluma, inandığı din böyle anlatılır.

ARAPLAR, AHLAK VE ADETLERİ

Araplar Sami ırktandırlar. Büyük kısmı bedevi denilen göçebelerden ibarettir. Arabistanın haşin iklim ve doğası bu göçebelerin hayat ve âdetlerindeki ilkelliğin sürdürülmesine ve korunmasına neden olmuştur. Bedeviler çadırlarda yaşarlar. Süt, bulgur, bulunan yerlerde hurma, külde pişmiş arpa ekmeği ile geçinirler. Kertenkele ve çekirge de yerler.

Bütün işleri kadınlar görür. Bedevi Arapların en büyük sosyolojik oluşumu kabiledir. Kabilenin, yetkisini soyundan alan bir reisi bulunur. Bu reis her türlü davalara bakar. Kabileler arasında birbirlerini yok etmeye kadar varan kavgalar eksik değildir. Birkaç kabilenin savaş amacıyla birleşerek Kait, Emir, Seyit namları verilen bir reisin idaresinde yaşadıkları da vakidir; fakat yine her kabile kendi bağımsızlığını korur. Araplard, kâhinler, şairler ve aileden gelen şerifler vardır.

İSLAMİYETTEN EVVEL ARABİSTANIN DİNİ DURUMU

Islâmiyetten önce Arabistanda yaygın din, türlü türlü putlara tapmaktan ibaretti ki buna islam dini “müşriklik” adını verir. Bu putların en meşhurları Lat, Menat ve Hübel idi. Ata dini de yaygındı. Bir zamanlar Sümerler vasıtası ile girmiş olan natürizm yani göğe, yıldızlara, yere tapma dini de varlığını sürdürüyordu. Sümerlerin İL ve BEL tanrıları Yemenlilerce de tanrı tanınırdı. Yemenlilerin sabah yıldızı olan Astar ları, Sumerlerin İştar tanrısıdır. Araplar, bilhassa göçebeleri, din hususunda pek kayıtsız ve alaycı idiler. Pervasızca putlarına söverler, hiddetlenince onları taşlarlardı.

Gerçi Araplar bir Allahûtaala’dan söz ve Allah ismiyle yemin ederler, tanrıçalarına Allahın kızları namını verirlerdi; fakat birçok cinlere, putlara, ağaçlara ve taşlara ibadet eden Araplarda Allahütaalânın manası, o bir sürü ilâhların sıfatı idi; bu tabirle açık şekilde bütün tanrıların üstünde bir Allah kastolunmuyordu.

Dine karşı bu derece kayıtsız olan Araplar içinde, İbrahim dini hakkında belirsiz bazı fikirleri, nesilden nesile nakleden kimseler vardı; bunlar Hanif unvanını taşırlardı. Haniflerİn İbrahim dininden nakledebildikleri Allah lâfzı, ve sünnet olmak; gusletmek, tırnak kesmek gibi bazı âdetlerle, tavaf gibi bazı ayinler İdi.
Bizans himayesindeki Suriyede. Sina ve Mısırda, Habeşistan vasıtasıyla Yemende hıristiyanlık az çok yayılmıştı.

Arap Yarımadasının birçok yerlerindeki yahudi kolonileri vasıtasıyla Musa dini de Araplarca bilinmişti. Bir aralık yahudilik Yemende hâkim bir din olmuştu. Irak vasıtasıyla Araplar Zerdüşt dinini de öğrenmişlerdi.

KABE VE DİĞER TAPINAKLAR, KAHİNLER

Arabistanın çeşitli yerlerinde insan heykellerinden ve bitki resim ve suretlerinden ibaret ağaçtan ve taştan putların korunmasına özel yerler vardı. Muhammedin ortaya çıktığı Mekkedeki Kabe denilen tapınak bu yerlerin en büyüklerinden idi. Her tapınak kâhinler tarafından yönetilirdi. Kâhinler nezirleri, sadakaları kabul ve ayinler yaparlardı. Güya kayıptan haber verirler, rüyaları tabir ederlerdi.

Kabe, küp yani tavla zarı seklinde demektir. Aslında, kâbe kare şeklinde, insan boyunda dört duvardan ibaretti; duvarlar harçsız, adi taştan yapılmıştı. Binanın çatısı da yoktu; dört köşesinde dört tas vardı; bunların en meşhuru Haceriesvet denilen bir Karataştı. Kâbe çok eskidir. Ne vakit ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor, Arap geleneği kâbenîn inşasını İbrahim Peygambere dayandırmaktadır.

Bu mukaddes karataş geleneği aynen Friklerde de vardı. Friklerln mukaddes sayarak ihtiram ve ibadet ettikleri Karataş bugünkü Afyon Karahisar’ın kuzeyinde eski Pessinüs şehrinde bulunuyordu. Bunun kutsallığı geleneği bu şehrin Romalılar tarafından zaptına kadar devam etmişti. Demek ki Kâbenin bir köşesindeki Karataşın kutsiyet almasından, ziyaret ve tavaf edilmesinden çok önce Friklerde karataşın tapınak ve ziyaret yerine esas olması âdeti oluşmuş bulunuyordu. Kâbe başlangıçta mahalli bir mabet iken Mekke halkı burasını bir mulusal tapınak derecesine yükseltmişlerdi. Mekkeliler Arapları kendi tapınaklarına çekebilmek için Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinde tanrı tanınan 360 putu Kâbede yerleştirmişlerdi. Kâbenin kutsallığını yahudi geleneklerine de bağlamışlardı. Bu uydurmalara göre İbrahim, karısı Hacer ile oğlu İsnıaili buraya getirmişti; Zemzem de onlar için fışkırmıştı. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbeyi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve parlak olan Haceriesvedi getirmişti; bu taş soradan günahkârların ellerini sürmelerinden dolayı kararmıştı. Bunların hepsi, elbette, soradan uydurulmuş masallardır.

Kureyşliler Kâbenin düzenine de önem vermişlerdi; ayrı ayrı dini görevler ortaya koymuşlardı; Kâbe kapıcılığı ve hacılara su temin etmek ve fakir hacılara ücretsiz yemek dağıtmak gibi Arapları celbedecek işleri görmek için birtakım görevler oluşturulmuştu. Bu özen sonucunda Kâbe bütün Arabistanın dini ve milli bir merkezi oldu. Bundan başka Mekke’de bir panayır kuruldu. Ticaret Kureyşliler elinde olduğundan bu panayırdan çok yararlanırlardı. Panayırda şiir ve hitabet yarışmaları yaparak da Mekke ve çevresinin önemi arttırılmıştı. Ticaretlerinin gelişmesi ve Kâbeyi ziyaret etmek üzere hacıların gelmesi için güvenlik ve düzenin sağlanması gerektiğinden Mekkenin etrafında çarpışmaların, döğüşlerin yasaklanması amacıyla birtakım kurallar konmuştu. Bunların herbirine diııi şekiller verilmişti. Kâbenin İbrahim tarafından yapılmış olduğu söylenerek, dört ay, etrafında muharebe etmek yasaklanmıştı. Bu tedbirlerin herbiri Mekke ve Kâbenin önem ve şerefini arttırmıştı. Arabistanda az çok hıristiyanlar da bulunduğundan diğer putlar arasına elinde çocuğu Isa olduğu halde Meryemin de resmi konulmuştu, işte bu koşullar içinde Kabe Kureyşliler için ekonomik ve ticarî çıkarlar sağlamaya yarayan bir araç oldu.

DİL VE EDEBİYAT

Arap dili, Sami diller grubundandır. Arapdili birtakım lehçelere ayrılmıştır. Bu lehçeler arasında epey farklar vardır. Arabistan, Suriye, Elcezire ve Mısır lehçeleri de birbirinden farklıdır. Hali hazırda Arap lehçeleriyle konuşanların sayısı çoktur. Ancak, Arap diliyle konuşan insanlar, ırksal açıdan bir birlik oluşturmazlar.

Arapların yazı dili bir türlü, konuşma dilleri başka türlüdür. Arap dili, Sami dillerin en zenginidir. Bu da müslüman şairlerin ve hatiplerin, bilhassa müslüman Türklerin, Arap dilini işlemelerinden ileri gelmiştir. Arap sözlüğünü yapan bir Türktür. Şairlerin Arap sosyal hayatında büyük bir yeri vardı. Bu şairler Arapların Şamanı ve kâhini idiler. Başarı kazanan şairlerin şiirleri ağızdan ağıza aktarılır ve heryerde ezbeıienirdi.

Şairler şiirlerini panayırlarda sundukları zaman en yüksek şairler hakemlik ederler, birinciliği kazanan şiirler Kabe duvarına asılıp bütün Arabistanda takdir edilirdi. Mualleka denilen bu şiirler yedi, yahut dokuzdur.

Muallekalardan başka Hamase namını taşıyan kahramanlık şarkıları da vardı. Arap edebiyatının Kurandan önceki eserleri bunlardan ibaret idi.

KURAN VE VAHİY

Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir. Bu esasları içeren eden cümlelere Ayet, Ayetlerden oluşan parçalara da Sure derler. İslâm geleneğinde bu ayetlerin Muhammede Cebrail adında bir melek aracılığıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul edilir.

Tarihî açıdan da incelendiğinde görülüyor ki: Muhammet birdenbire Allanın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek ilkel ve iyileştirilmeye gereksinimi olduğunu anlamış, bunları düzeltmek için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca düşündükten sora kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammetten evel de Araplarca bilinirdi. Bütün ilkel kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akil erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler, güya, kâhinlere kayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu çeşit inançlar Arabistanda herzaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki Muhammet dahi cinlerin varlığına samimî olarak inanmıştır. O, hakikaten cinlerin şairlere şiir ilham ettiğinden emindi. Araplar şairleri, bir kâhin gibi değerlendirirlerdi. Muhammedin Musa, İsa, dinlerine dair öğrendikleri de kendisinde bu inancı kuvvetlendirmiştir. Bu Peygamberler de melekler aracılığıyla ilham aldıklarını söylemişlerdi. O dinlerde de cin ve melek kabulü, anlayışı vardı. Dinler nazarında cinler, kötü ruhlar olduğundan peygamberler onlardan ilham alamazlardı. Muhammet te diğer peygamberler gibi kendisine ilham eden kuvvetin insanları ele geçirerek kullanan bir kuvvet olmayıp, onlara hayır ve mutluluk yolunu gösteren ilâhî bir kuvvet olduğuna samimî olarak inandı.

Muhammet başlangıçta her halde şiddetli bir heyecana kapıldı. Birtakım dinî endişeler ve vicdanî irdelemelerle samimî şekilde üzüldü. Muhammet namuslu ve çıkar düşüncesinden soyutlanmış olarak ortaya atıldı. Onun amacı, yaşadığı çevrenin ahlâkını, dinini ve sosyal hayatını düzeltmekti.

İLK VAHİY

Muhammedin Peygamberliğinin başlangıcına dair birçok rivayetler vardır. Bunlar pek çok efsanelerle karışmıştır. Gerçekte Peygamberin ilk söylediği Kuran ayetlerinin ne olduğu katî surette bilinmemektedir. Muhammet uzun bir süreçteki düşüncelerin ürünü olan ayetleri gerek ve gereksinimlere göre bildiriyordu. Bununla beraber kendisini harekete geçiren kuvvetin doğaüstü bir varlık olduğundan samimî bir şekilde emindi. Muhammedi harekete getiren ilk neden bu samimî heyecanlar olmuştur. Muhammet başlangıçta düşünmeden, hazırlıksız olarak dinî hitabette bulunan bir vaiz oldu. Vaizlikten Nebiliğe, Nebilikten nihayet Allahın Resulü haline geçti. Aralarında yaşadığı insanların manevî çıkarı için ve büyük bir hakikat adına mücadeleye atıldı, sonunda dünyaya yayılan bir dinin kurucusu oldu. Muhammedin yaydığı din, insanların kalbinde derin bir haz ve ferahlık uyandırdı. O ölüp gittikten on dört asır sonra bile islâmiyet, hâlâ kalplerde haz ve ferahlık metdana getirmektedir. Bununla beraber sosyal hayat, Muhammedin ilk telkinlerini zengin bir gelişme ile değiştirmekte ve genişletmektedir.

Kuranın içindekiler başlıca üç konuda ele alınabilir. Birincisi ve en önemlisi Allanın bir olduğuna ve ondan başka Allah olmadığına ve Muhammedin onun Resulü bulunduğuna inanmak;

İkincisi, hukukî hükümler;

Üçüncüsü, tarihe ait bilgilerdir.

Hukukî hükümler zaman ve mekân içinde sosyal toplulukların uğradıkları değişikliklere göre değişegeldiğinden on dört asır önceki zaman ve mekânın gereksinimine göre gerekli ve yeterli görülmüş olan esaslar yerine bugün birçok çeşitli kanunlar ve usuller konulmak zorunluluğu görülmüştür. Bunlar bile ölümsüz olmayıp zamanla değişmeye mahkûmdurlar.

Tarihe ait bilgilere gelince: yeni bilimler sayesinde meydana çıkarılan gerçekler en yakın tarih bilgilerini bile temellerinden sarsmaktadır.

İmana ait olan birinci esas, sadeliği itibarıyla gerçekten çok önemlidir. Bu esasın, her hitap edilen kişinin yeteneğine göre açıklamasında güçlük çekilmez.

Muhammet sağ iken Kuranın ayetleri bazı adamlar tarafından derilere, kemiklere, çömlek parçalarına, hurma dallarına yazılmış ise de bir arada toplanmamış, ayrı ayrı parçalar halinde kalmıştı. Birinci defa Ebubekirin halifeliği sırasında ve son defa olarak Halife Osman devrinde toplanmıştır. Kuranın bizim elimize ulaşmış olanı, Halife Osman (644-656) tarafından toplanmış olanıdır. Kuranın düzeninde yalnız surelerin uzunluğu ve kısalığı gözönüne alınarak uzun sureler baş tarafa, kısaları en sonuna konulmuştur. Başlangıç olduğundan yalnız Fatiha Suresi bundan hariç tutulmuştur. Kuran sureleri Mekke’de ve Medine’de söylenmiş olmak itibarile başlıca ikiye ayrılır. Birinci devreye ait ayetler az çok hissî ve edebîdir. Medine’de söylenen ayetler ise içerik bakımından daha ciddî olmakla beraber edebiyat açısından Mekke devri ayetlerinden dundur.

Muhammet davet ettiği dinin, kendinden önce Musa, İsa ve sair peygamberler tarafından davet edilen İbrahim ve Tevhit dini olduğunu söylemiştir.

MUHAMMET MEDİNE’DE

Medine denilen yerin adı Yesriptir. Muhammet oraya hicret ettikten sora onun oturduğu yer olması nedeniyle Medine dendi.

Muhammet, islâm teşkilâtına Medine’de başladı, orada islâm cemaatinin siyasî ve askerî reisi oldu; Mekke müşriklerine karşı harp ilân etti.

Muhammet Medine’de müslümanların ibadet etmeleri için bir cami (islâm cemaatinin toplanacağı yer) yaptı. Bu ilk cami damsız kerpiçten yapılmış dört duvardan ibaret idi. Caminin bir duvarına bitişik olmak üzere Muhammet ile karıları için kerpiçten yatacak odalar yapıldı. Sonraları avlunun bir köşesinin üstü de hurma dallarıyla örtüldü. Caminin kıblesi Kudüs idi. Sonraları Mekkeye döndürüldü.

Mekke’den gelen muhacirlere, Muhacirin, Medinelilere Ensar (yardımcı) denmiştir.
Medinelilerden müslüman olanlar çok çabuk çoğaldı. Yalnız Us kabilesi kolaylıkla İslâmiyeti kabul etmedi.

Muhammedin Yahudilerden gördüğü muhalefet daha şiddetli olmuştur. Muhammet Arapları tatmin ve Yahudileri bertaraf etmek suretiyle adım adım başarılı oldu. Fakat, islâmiyet ancak Arap Yarımadasının sınırlarını aştıktan ve Arap olmayan kavimler, bilhassa Türkler tarafından kabul edildikten sonradır ki, büyük bir din haline geldi.

Arap olmayan kavimler islâmiyeti hırsla benimsediler, halbuki asıl Araplardan olan sınıflar islâmiyeti, zorla hükmetmek için bir siyaset aracı olarak kullandılar. Sonunda söz ve iktidar Arap olmayan müslüman kavimlerin ellerine geçti. Araplar adeta çöllerine döndüler.
Muhammedi ve onun nasıl bir din kurucusu ve dinî bir devlet reisi olduğunu anlayabilmek için onun bilhassa askeri faaliyetlerini incelemek lâzımdır. Aksi takdirde Muhammedi, her şeyi bir melekten alan ve aynen çevresine tebliğ eden okuma yazma bilmeyen, cahil, hissiz hareketsiz bir put seviyesine indirmek hatasından kurtulmak mümkün olmaz. Halbuki Muhammet denilen şahsiyet kendisi hassas, düşünce sahibi, girişimci ve çağdaşlarının en yükseği olduğunu yaptığı işlerle ispat etmiş bir varlıktı.


Make a Free Website with Yola.