Bundan yaklaşık 1425 yıl
önce Arabistan yarımadasının çöl kumları arasındaki eski yerleşim yerlerinden
birinde yaşayan bir insan için, doğduğu günden, ölene kadar hayatında ve
gözlemleyebildiği çevresinde değişen hemen hemen hiç bir şey olmazdı.
O doğduğunda insanlar deve
kervanlarıyla çölü geçip çevre kentlere giderler ve aynı şekilde geri
gelirlerdi. O ölürken de öyleydi. O doğduğunda, insanların ağaç destekli
topraktan damı olan kerpiç evleri veya küçüklü büyüklü çadırları vardı. O
ölürken de öyleydi. Kıymeti olan ve olmayan şeylerin sayısı bile değişmezdi.
Altın, gümüş, parlayan renkli camlar ve kumaş kıymetliydi. İnsan o kadar değerli
değildi. Bir insanın doğduktan ölene kadar yiyip içebileceği şeylerin çeşidi
bile değişmezdi. Yeni hiç bir şey ilave olmazdı listeye. Et, süt, yağ, hurma,
şarap, bir kaç meyve ve un. Hepsi neredeyse bu kadar...
Oradaki bir insanın değişim
diye bir kavramdan da haberi yoktu. Çünkü kendisine filozofların düşüncelerini
ulaştıracak bir araç da yoktu. Teknoloji yoktu, bilgiye ulaşma olanakları
yoktu. Bilgi, yakın çevrede herkesin birbirine anlattıkları ile ve yakın(uzak)lardan
gelip giden tüccarlardan duyduklarından ibaretti. Bunun da ne çeşitliliği vardı
ne de yeniliği...
Orada ne renkler değişirdi,
ne mevsimler. Hava ya sıcak ya ılımandı. Ne kar görürdü insanlar ne beyazdan
yeşile, yeşilden kızıla, kızıldan sarıya ve beyaza dönen bir doğa... Her şey
her zaman çöl rengiydi ve bıktırıcı, yıldırıcı gök mavisi, o kadar.
Bu insana değişimden
bahseden olsa, muhakkak neden söz ettiğini anlamakta son derece büyük bir sorun
yaşayacaktı. Çünkü hiç bir şeyin değişmediği bir dünyada “değişmek” kavramı,
algılanamazdı.
Böyle bir ortamda ortaya
çıkan, siyasi kurnazlıklarla ve ticaret oyunlarıyla çıkar çevresi oluşturarak,
ticaretten elde edilebilecek kudret ve paranın çok daha fazlasını elde
edebileceğini gören bir uyanık tüccar, peygamber olduğunu iddia ederek,
Allah’ın elçisi sıfatıyla insanlara dinini tebliğe başladı. Bu bile bir
değişiklik değildi. Çünkü Orta Doğu ve Arabistan, peygamberlere, peygamberlerle
gelen dinlere ve bizzat Allah’a yabancı değildi. Ortam Hristiyanlar, Museviler
ve inanılan muhtelif başka tanrılarla doluydu. Allah da bunlardan biriydi ve
tanınırdı. Onun bir peygamber göndermiş olması o kadar olmayacak bir iş
değildi. Çoğu insan için önemli bir şey de değildi, ta ki İslam peygamberi
hırslarının dizginini koyverip, bu tanrının ne kadar güçlü, isteyici, acımasız
ve doymaz olduğunu ortaya dökene kadar... Gelişmeleri herkes bilir. Sonuçta bu
tanrının peygamberi, islam dinini tebliğe başladı ve sözlerinin önemini ve
itiraz kabul etmezliğini, onların Allah sözü ve dolayısıyla asla değişmez
olduğunu söyleyerek gösterdi. O ne söylerse ya Allah sözüydü ya da Allah’ın
izni ve isteğiyle söylenmişti. Değişmezdi!
Değişmez... E, bu normal bir
şeydi. Zaten hiç bir şeyin değişmediği bu dünyada, elbet Allah sözü hiç
değişmezdi. Dünya durdukça her şeyin o gün olduğu gibi duracağını zanneden
insanlar, bunu da kabul edip iman ettiler.
Bunda eleştirecek bir şey
bulamıyorum. O insanlar için, Allah sözü olan Kuran’ın ve islam dininin sonsuza
kadar, en önemlisi ve insanları ilgilendiren tarafı; dünya durdukça
değişmeyeceği bir gerçekti ve aksi zaten düşünülemezdi.
Aradan dünyanın sonuna gelecek
kadar değil ama topu topu 1425 yıllık bir zaman geçti. Dünya bir çok teknolojik
devrime tanık oldu, filozofların sözleri dünyayı dolaştı, yenileri söylendi,
Ay’a gidildi, insanlar uçaklara binip uçtu, bilgisayar gibi bir mucize icad
oldu, haberleşme çocuk oyuncağı oldu, bilimin önemi kavrandı, bilimsel buluşlar
katlanarak ve hızlanarak çoğalmaya başladı, internet icat edildi. İnsanlar için
bilgiye ulaşmak, üstelik varlığından bile haberi olmadığı bir bilgiye ulaşmak
günlük alelade işlerden oldu. Değişimin olmadan olmayacağı artık insanların
genine işledi. Zaten evrende ve bir bardak suda, değişimin olmadığı tek bir an
yoktu. Her şey değişiyordu ve insan değişiyordu, insanın dünyası değişiyordu,
doğrular, yanlışlar, bilinenler, bilinmeyenler, eşyalar, psikolojiler, piyasa,
iklim, her şey ama her şey durmak dinmek bilmeyen bir değişim içinde sel gibi
akıp gidiyordu...
Bazıları için ise, hala
değişmeyen tek bir şey kalmıştı ve değişmemeye de devam edecekti: Allahın
sözleri olan Kuran!
Buna itirazım olmayacak.
Peki, 1425 yıl önce yazıldığından değişik bir tek harf veya virgül içermiyor
diyelim, kabul edelim. Peki ama 1425 yıl önceki insanlara onların kabul
edecekleri gerçeklerden bahsetmiş ve 1425 yıldır hiç değişmemiş olan bu
kitabın, bugünün çılgın gibi değişen dünyasına da hitap ettiğini söylemenin
akılla bir ilişkisi kalmış mıdır? Kuran’da bugün aklımıza ve mantığımıza, ahlak
anlayışımıza, insan haklarına, çağımıza uymayan onca ayeti okuyoruz, görüyoruz.
Kuran’ın söyleminin hala geçerli olduğunu ve hatta insanların Kuran’a göre
yönetilmeleri gerektiğini iddia eden müslümanların, bu ayetleri günümüz
insanının değer yargılarına göre yorumlama ve uydurma çabalarını da izliyoruz.
Bu müslümanlar hiç
düşünmezler mi, “1425 yıl önce değişimden nasipsiz insanların aklına ve
hayatına hitap eden bir kitap, nasıl bir mucize olursa olsun, bugünkü insanın
aklına ve hayatına nasıl hitap edebilir, nasıl kabul görebilir” diye...
Düşünen insanlar elbet bir
gün gerçeği fark edecektir ve etmektedir. Hala bu saçma ve anlamsız iddiasında
inat eden; ya aklını kullanamıyordur ya da aklını kullanamayanların bu
özelliğinden yararlanan üç kağıtçı çıkarcı, dinden nemalanan tüccar ve siyasetçilerdir.
Evren ister yaratılmış olsun
ister olmasın, onun her noktasında hep varolan ve hep varolacak olan şey,
değişimdir. Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.